Turkce
2020 10 31
Bu yazı blogumun ilk yazısı.
Tam iki haftadır eşimle birlikte Almanya'nın Jena kentindeyiz. Kent bizi biraz yağmur ve soğuk havayla karşıladı. İstanbul'dan yola çıkarken sıcaklık 20 derecenin üzerindeydi, Jena'da 10 derece kadar daha soğuk bir hava vardı. Kocaman montlarımızı üzerimizde getirdiğimiz için çanta açmaya gerek kalmadı ve üşümedik.
Ne yapıyoruz burda? Ben TÜBİTAK'tan doktora sonrası araştırma bursu kazanmıştım, onu kullanmaya geldik. Tam 12 ay boyunca Friedrich Schiller Üniversitesi'nde sadece araştırma yapacağım. Araştırmamın konusu belli: Ekolojik Dönüşümde İnovasyonun Rolü. Aslında yenilenebilir enerji alanında uygulanan politikaların çevresel sonuçlarını inceleyeceğim. Önce basit bir modelle başlayıp, sistem dinamikleri ile analiz yapacağım. Dün bu konuda danışmanım Prof. Dr. Uwe Cantner ile bir görüşme yaptık. Kendisi çok zeki, yardımsever ve cana yakın bir akademisyen. Taslak projemde gözüne çarpan eksiklikleri hemen söyledi. Ben de heyecanla notlarımı aldım.
Bu harika araştırma imkânını Corona sebebiyle yeterince efektif kullanamamaktan korkuyorum. Ofise her sabah 45 dakika yürüyerek gidiyorum. Normalde birçok araştırmacının çalıştığı binamızda sadece yarı zamanlı gelen araştırmacıların bir kısmı, onlar da daha da az gelerek çalışıyorlar. Böyle olunca iletişim zayıflıyor. Bana verilen ofis büyükçe bir oda, odada yalnızca ben varım. Ekstradan ekranlar da var. Birini laptopuma bağlayıp kullanıyorum. Çift ekran çalışmaya alışkınım, verimi ve hızı artıran bir şey.
Ofisteyken arada sırada penceremden dışarı bakıyorum. Manzara çok güzel. Üniversitenin bu kampüsünün ortasında bir bahçe ve ağaçlar var. Bazen güneş çıkınca bahçeye iniyorum. İlham verici bir bahçe bu. Cep telefonumu alıp konuşarak not alıyorum. Araştırmamla ilgili aklıma gelen soru ve fikirleri bu bahçe seansında geliştiriyorum. Sonra ofisime geçince notlara bakıp daha derli toplu bir hale getirerek çalışmamda kullanmak üzere bilgisayarıma aktarıyorum.
Jena genel olarak parçalı bulutlu gündüzleri olan bir yer. Akşamları ise daima soğuk. Bir vadide kalması sebebiyle, etrafındaki düzlükler kadar soğuk olmuyor. Bir de nehrimiz var: Saale. İyice ılıman yapıyor buranın havasını. Yine de uzun süre yürüyünce insanın yüzü üşüyor. Akşam ofisten dönerken bir 45 dakika daha yürüyorum, bu kez yokuş yukarı. Alışveriş yapılabilecek yer sayısı da sınırlı olunca genelde yokuşları sırtımda veya elimde gıda malzemeleri ile çıkmak zorunda kalıyorum. Yiyeceklere ve içeceklere ilişkin bilgiyi, ikinci yazımda vereceğim.
İki haftada uyum sağladık diyebilirim. Şimdilik kaldığımız yer okulun ormana dayanmış bir misafirhanesi: Am Herrenberge 11. Sovyet zamanından kalma binada genellikle üniversitede çalışan araştırmacılar bulunuyor. Bunların büyük kısmı Almanya dışından gelmiş. Büyük çoğunluğu da Çinli. 1 ay sonra, yani Aralık ayında, üniversitenin diğer misafirhanelerinden biri olan IBZ Humboldt evine geçeceğiz. Bu misafirhane şehir merkezine daha yakın ve yokuş in-çık derdi bitecek. Şubat ayında doğacak bebeğimiz için de daha iyi olacak. Güvenlik açısından daha gelişmiş bir yer, ayrıca harika bir bahçesi var!
Burda, İstanbul'dan bir arkadaşımın arkadaşları ile tanıştık. Bir kızları var. Üçü de çok tatlı insanlar. İlk hafta bizi hemen kahvaltıya davet ettiler. Mükemmel bir kahvaltı ve mükemmel bir sohbetten sonra evimize geldik. Ancak şu son iki ayın yorgunluğu henüz çıkmamıştı. Şu an ikinci hafta biterken, birikmiş yorgunluğa güle güle dediğimizi söyleyebilirim.